Forum
=> Daha kayıt olmadın mı?Forum - Uygular Resmi Tanıtımı
Burdasın: Forum => Serbest Bölge => Uygular Resmi Tanıtımı |
|
Can (şimdiye kadar 206 posta) |
UYGUR RESİM SANATI Uygur resim sanatında Budacılığın , Maniheizim ve İslam dininin etkileri açıktır. Budacılık dönemi Örnekler : Daha 500 yılda Tapgaç Türkleri Tunghuog (Çin Gobi Çölü deki mağaraların duvarlarına Budizimle ilgili resimler yapmışlardır. Uygur Türkleri 7 yy dan sonra Budacılığın kabul ederek (Çin ) Şorcuk , Bezeklik ve Hoçodaki mağaraların duvarlarına Budist resimler çizmişlerdir.( Fresk tekniğiyle) Manihaizm dönemi Örnekler: 8 yy.da Budacılığın yanına Mani dininde etkili olmuştur.(Irandan)Turfan ve Kara Hoca da kitap minyatürleri ve duvar resimleri bulunmuştur( 8 ve 9 yy) . Budacılık dönemi ve Manihaizm dönemi resimlerinde görülen ortak özellikler: 1)Konu olarak; Rahipler, adakçılar, müzisyenler 2)Renk olarak; koyu mavi, koyu kırmızı ve parlak renkler 3)Süsleyici motif olarak; çiçek sarmaları, salkımlar kullanılmıştır. 4)Figürler sıralama biçiminde ve simetrik olarak yerleştirilmiştir (kompozisyon olarak). Uygur resimlerinde 8 yy.a kadar figürlerin altına o kişilerin adları yazılmıştır. Daha sonra yüzlerde gerçekçi portre etkisi görülmeye başladığı için bu uygulamadan vazgeçilir. İslamiyet dönemi Moğol istilasından sonra Uygurlu sanatçılar Moğol sultanlarının yazdırdığı el yazmalı kitapların minyatürlerini yapmışlardır.Bu yüzden Uygur Budist ve Maniheist sanatının etkilerini Moğol İslamiyet döneminin minyatürlerinde de açıkça görebilirz. Örnek: Cami-üt Tevarih (Reşidettinin Moğol sultanı Olcayto Hudabende adına yazdığı kitap) Uygurlar dönemi : -İnsan heykellerinde gerçekçi bir anlatım görülür. -Hayvan heykellerinde ise stilize bir ifade kullanılmıştır. Örnekler : -Diz çökmüş yük taşıyan erkek heykeli -Sorçukta bulunmuş at ve fil başları -İslamiyet öncesi dönemlerde Türk heykel sanatının başarılı örnekler ortaya koyduğu gerçeği vurgulanacak . Uygurlar Dönemi Büyük Uygur İmparatorluğu döneminde, Uygurlar, müneccimlik, madencilik, dokumacılık, mimarlık, matematik, tarım, eğitim, tababet gibi ilimlerden haberdar olarak, yüksek uygarlık seviyesine ulaşmıştır. Onlar, ipek, metal ve ağaç üzerinde yapılan süsleme sanatlarının ustasıydılar, altın, gümüş, bronz ve kilden heykeller yapıyorlardı. Turfan yöresinde yapılan kazılar, Budizmin etkilerini taşıyan birçok eseri gün ışığına çıkarmıştır. Bu kazılarda Koço, Yarkoto, Martuk ve Tuyuk Budist tapınaklarından kalıntılar da bulunmuştur. Buralarda bulunan eserler eski Türk tarzı, daha yeni Türk tarzı ve en yeni dönem diye başlıca üç gruba ayrılmıştır. Bezeklik ve Murtuk'ta bulunan Fresklerde Uygur Budist erkek ve kadın hayırsahiplerinin sembollerine rastlanılmıştır. Bu freskler kültür tarihi bakımından olduğu kadar gerçekçilikleri dolayısıyla ırk antropolojisi bakımından da ilgi çekicidirler. Resimlerde Turan ve Ön Asya tipi özellikleri açıkça görülmektedir Kazılardan yalnız Uygur Budizmi'nin sanat eserleri değil, Türk diliyle yazılmış bir yığın kutsal kitap da çıkmıştır. Yunanca, Süryanice, Sanskritçe dillerinden Uygurca'ya çevrilmiş eserler arasında Budizmin bazı önemli eserlerinin çevirileri de vardır. Uygurlar Avrupalılardan yüzyıllarca önce kâğıdı biliyorlardı. Araplar kâğıdın ne olduğunu Uygurlar'dan öğrenmişler ve Araplar aracılığıyla kâğıt Avrupa ülkelerine geçmiştir. Kitap basma konusu da aynı biçimde Uygurlar'da biliniyordu. Basımevi en eski dönemlerde Çinliler'de ve Uygurlar'da biliniyordu. Avrupalılar matbaacılığı gene Asya'dan öğrenerek geliştirmişlerdir. Blok baskı tekniğinin Batı'ya kaymasında Uygurlar'ın önemli rolleri vardır. Uygurlar kendi dillerini Moğollara da öğrettiler ve Cengiz İmparatorluğu'nun resmi dili Uygurca oldu. Moğol İmparatorluğu zamanında devletin üst kademelerinde Uygurlar önemli görevler yaptılar. Kendi dillerinin sağladığı prestij sayesinde elçiler hep Uygurlar arasından seçildi. Uygurların kültürel yönden güçlü olmaları siyasal bağımlılıklarına karşı gene de bir ulus olarak varlıklarını sürdürmelerini sağlamıştır. Uygurlar Moğolları vahşilikten kurtararak uygarlaştırmışlardır. Moğol İmparatorluğu sınırları içinde hemen her köşeye resmi görevli olarak dağılan Uygurlar bu imparatorluğun ayakta kalmasını sağlamışlar ve bir anlamda Cengiz İmparatorluğu'nu Türk-Moğol İmparatorluğu'na dönüştürmüşlerdir. Uygurca bir süre resmi dil olmuş ve diplomaside sürekli kullanılmıştır. Kendi dillerinin sağladığı üstünlük ile Uygurlar diplomasinin önemli makamlarını ellerinde tutmuşlardır. Uygurlar çağında Türkler göçebelikten yerleşikliğe kesin olarak geçiş yapmışlar ve yerleşik uygarlığın önemli örneklerini vermişlerdir. Doğu Türkistan'da Karahoço, Karabalgasun, Beşbalık, Karaşar, Hotan, Yarkent, Turfan, Komul, Kulca, Urumçi, Aksu, Suço, Kanço, Çerçen gibi büyük Türk kentleri kurulmuş ve geliştirilmiştir. Tarım, endüstri, ticaret ve sanat çok gelişmiştir. Düzenli yollarla kentler birbirine bağlanmış, sulama sistemi geliştirilerek en çorak topraklarda bile tarım yapılabilmiştir. Heykelcilik, resim, kumaşçılık, halıcılık, çinicilik fazlasıyla gelişmiştir. Uygur alfabesi, Uygurların yüksek kültürleri nedeniyle tüm Asya ülkelerinde yayılmıştır. Uygur alfabesi önceleri Cengiz İmparatorluğu'nda daha sonra da Timur İmparatorluğu'nda resmi alfabe olarak kullanılmıştır. Kağıdı bilen Uygurlar yazılarını Göktürkler gibi ağaca değil kâğıt üzerine yazarlardı. Kâğıdı, yazıyı bilen Uygurlar kendi kültürlerini yansıtan binlerce kitap basmışlar, güzel ve açık Türkçeleri ile yazı, felsefe, din ve bilim sahalarında değerli eserler bırakmışlardır. Doğu Türkistan harabelerinde binlerce Uygur kitabı bulunmuştur. Moğollardan sonra Mançular da Uygur alfabesini benimseyince Uygur alfabesi bütün Asya'ya yayılmıştır. Göktürkler döneminden kalma mimarlık eserleri çok azdır ama, Uygurlar kendi kurdukları uygarlığı yansıtan önemli mimarlık eserleri bırakmışlardır. Uygurlar tüm kentlerini yirmi metrelik surlar ile çeviriyorlardı. Böylece dış saldırılara karşı kentlerini koruyabilmişler ve bu kentler günümüze kadar o dönemin simgesi olarak gelebilmiştir. Uygur sanatında çeşitli ilişkiler nedeniyle Çin sanatının da geniş etkileri bulunmaktadır. Uygurlar göçler sırasında Tibet bölgesine de sızdıklarından Tibet halkı ile de ticaret ve kültür alışverişi yapmışlardır. Yabancı metinlerden yaptıkları çeviriler Uygurlar'ın yüksek bir uygarlık düzeyine sahip olduklarını gösteren diğer bir kanıttır. Hint ve İran minyatürcülüğünün aslını Uygurlar yaratmışlardır. Resim ve müziği çok seven Uygurlar yüksek karakterli insanlardı. Resim sanatında ilk kez model kullanan Uygurlar duvar resiminde de ileri gitmişlerdir. Uygurlarda pasaport ve vize işlemleri de vardı. Kira sözleşmeleri yapılıyordu. Köylüler bile işlerini hukuk belgeleri ile düzenliyorlardı. Türkçe Uygur vesikaları kesinlikle kâğıda yazılır ve saklanırdı. Semerkand'ta kurulan kâğıt endüstrisi daha sonraları çevre ülkelerine de yayılmıştır. Uygur Türkleri Altay dil grubunun "Hakaniye" lehçesini konuşurlardı. Dil bilginleri Türkçe'nin tarihini dörde ayırmaktadırlar. Buna göre, ana Türkçe çağı, eski Türkçe çağı, orta Türkçe çağı, yeni Türkçe çağı gibi dört ana dönem Türkçe'nin tarihini göstermektedir. Uygur dili ve yazını IX-XV yüzyıl arası olan orta Türkçe çağına girmektedir. Yusuf Has Hacip'in Kutadgubilik ve Kaşgarlı Mahmud'un Divan-ı Lugat-it Türk adlı eserleri bu dönemde meydana gelmiştir. Uygur Türklerinin yazısını da üç dönemde incelemek gerekir. Uygurlar ilk zamanlarda Orhun yazısını kullanmışlardır. Daha sonraları Çin etkisi ile Hue-Hu yazısını benimsemişlerdir. Sonraki yıllarda Moğol ve Mançular da bu yazıyı benimsemişlerdir. Arap yazısı gibi sağdan sola doğru yazılan bu yazıda harfler sözcüğün başında, sonunda ve ortasında ayrı ayrı biçimlere girmektedir. Müslümanlığı benimsedikten sonra ise Uygur Türkleri Arap yazısı ile yazmaya başlamışlardır. Kaşgarlı Mahmud, Ahmet Yükneki, Bilal Nazım gibi Türk Uygur dilci, bilgin ve ozanları eserlerini Arap yazısıyla yazmışlardır. Uygur yazınında, benimsedikleri dinlerin de rolü olmuştur. Önceleri Buda ve Maniheizm dinlerinin etkisiyle yazılan eserler daha sonraları Müslümanlığın etkisiyle yazılmıştır. Diğer dinlerin etkisine karşın Uygurlar her zaman tek tanrıya inanmışlardır. Günlük dillerinden Tanrı sözcüğünü düşürmeyen Uygurlar her şeyi Tanrıya bağlayan yazgıcı bir düşünceye sahiptiler. 934 yılından sonra Satuk Buğra Han zamanında Uygurlar Müslümanlığı benimsemişlerdir. Daha sonraları başa geçen Musa Buğra Han ve Harun Buğra Han zamanlarında da Müslümanlığın Uygurlar arasında yayılması sürmüştür. Uygur Türklerinin yaptığı duvar resimleri birer şaheserdir. Bunun yanı sıra kendilerinden önce gelen Türk boylarında olduğu gibi keten kumaşlar üzerine yapıştırılan lake resim sanatı, kâğıt ve ipek üzerine çizme sanatı, kenevir üzerine yapılan resim sanatı, kitap resimleri ve tahta baskı sanatıyla da uğraşmışlardır. Uygur Türklerinin ortaya çıkışıyla Türk resim sanatında birden üslup ve teknik değişikliği de kendini göstermiştir. Uygur Türklerinin bu yeni akımı 604'ten 1250'ye kadar sürer. Yeni akımda Uygur Türklerinin doğu kültürü ile en çok yakınlık gösteren Türk boyu olduğu tartışmasız olarak benimsenmiştir. Uygurlar aracılığıyla Türk resminde hem teknik, hem de düşünce bakımından Uzak doğunun etkisi kendisini göstermiştir. Uygur Türkleri Çin sanatını yakından tanımışlar ama üslup ve teknik açılardan kendi resim sanatlarının özgün çizgilerini korumuşlardır. Bu resimlerde konu olarak arkaya ok atan atlı ve cennet anlatımları yanında Çin sanatının zarif hatları, çekingen renkleri, süsleme motifleri de bulunmaktadır. Bu nedenle, söz konusu sanatı, incelik ve zarafete yönelen Çin sanatı yerine, Türklerin güçlü bozkır geleneklerine bağlamak gerekmektedir. Böylece resim sanatında başlangıç başka Türk boylarına bağlansa bile, Uygurlar'ın yüzlerce yıl pek çok eserde geliştirdiği üslup ve tekniğin Türk sanatını zenginleştirdiği yadsınamaz. Uygurlar'ın duvar resimleri genellikle Mani ve Buda dininin metinleriyle ilgilidir. Tapınaklardaki duvar resimlerinde başrahibin yolculukları ve maceraları dile getirilmektedir. Figürlerin düzen içerisinde tek sıra halinde ve dik duruşları, Türk saray düzenini yansıtmaktadır. Fresklerde kendi resimlerini çizdirmek isteyen adamlar ve Uygur şehzadelerinin resimleri çok gerçekçi olarak canlandırılmıştır. Duvar resimlerinde fil resmi de çoktur. Fil iyi niyet, sadakat ve iyilik simgesidir. Resimlerde fil ile kağan arasındaki anlaşmazlıklar da çizilmiştir. Uygur Türkleri renk olarak parlak renkler, özellikle koyu mavi ve kırmızı renkler kullanmışlardır. Yazı yazarken Uygur sanatçıları kalem kullanmamışlardır. Kaşgarlı Mahmud, Uygur Türklerinin Çinlilerin aksine ağaçtan kalem kestiklerini yazmaktadır. Boya koyu macun olarak sürülmez, aksine şeffaf gibi ince bir cila halinde konulurdu. Hafif sürülen cila ile Buda ya da önemli bir kişinin yüzünde gölgeler meydana gelirdi. Kitap resimlerinde ise, Buda metinleri Uygurca olup, resim tekniği duvar resim tekniğinin aynısıydı. Siyah ve al mürekkep ile yazılmış yazılar üzerine şeffaf cila sürülürdü. Mani kitap tekniği ile Budist teknik arasında pek fark yoktu. Kitap resimlerinde Koçu duvar resimlerindeki üslup ve teknik egemendi. Bu çalışmalarda hep geleneklere dayanılıyor ve onlar anlatılmaya çalışılıyordu. En eskilerde ışık ve gölge çelişkisi ile hacimler verilirken, daha sonra teknik, grafik bir gelişme gösterir. Arşiv için kullanılan yazı malzemesi kâğıttır. Düzenli tutulan Uygur arşivlerinin çoğu zamanımıza kadar kalmıştır. Çömlekçilik Uygurlar'ın ileri oldukları bir başka sanat dalıydı. Türkistan'ın tüm önemli kentlerinde çömlekler yapılır ve bunlar boyanarak süslenirdi. Küp biçiminde yapılan bu çömleklerin en büyüğü daha sonraları tandır olarak kullanılmış ve ekmekler tandırlarda pişirilmiştir. Milattan sonra birinci yüzyıldan sonra da Uygurlar bakır, demir, kömür, gümüş ve altını eriterek işlemişlerdir. Taklamakan Çölü araştırmalarında demir tavlamak için yapılan maden ocakları bulunmuştur. Kuçar'da ise bakır ve gümüş dökmek için yapılmış olan kazanlar ele geçirilmiştir. Kuçar kenti yakınlarında Uygurlar'ın işlettiği bir de kömür madeni bulunmuştur. Kömür işletmesini bilen Uygurlar bunun ateşi ile diğer madenleri eriterek silah, kazma, kürek, balta, çapa gibi malzemeler de yapıyorlardı. Demircilik ve bakırcılığın yanı sıra kuyumculukta da ileriydiler. Demircilik işlerinin gelişmesiyle Uygur Türklerinde tarım ve sulama teknikleri de gelişmiştir. Doğu Türkistan'da önemli sayıda sulama kanalları yapıldı. O dönemlerde Uygurlar buğday, mısır, pamuk, meyve ve sebze yetiştirmesini biliyorlardı. Potey kalıntılarında ele geçen küplerin içinde buğday ve mısır tanelerine, keten, atlas ve ipekli kumaşlara rastlanılmıştır. Hotan kenti kumaş dokuması alanında çok ileri gitmişti. Koçu, Kaşgar ve Hotan'da halıcılık ve hasır sanatları gelişmişti. Koçu, Uygurlar'ın önde gelen halıcılık merkezidir. Orta Asya heykel sanatında Uygur üslubu önemli bir yere sahiptir. Başlangıçta normal insan boyundaki heykeller giderek yerlerini on metreyi aşan heykellere bırakmışlardır. Kuçar, Hotan, Niye ve Akterek kentlerinde Uygur heykel sanatının değişik örnekleri görülmüştür. Hotan heykelciliğinde alçı tekniği egemen iken Kuçar ve yöresindeki heykellerde portreye yaklaşan ve eski özellikleri koruyan eserler çoğunluktadır. İç Asya yerleşik yaşamında yapı teknikleri üç kola ayrılmıştır. Atlı göçebelerle bağlantılı olarak çadırı andıran hücre tipi yapılar, Hint, Budist ve Çin mimarlığına bağlanan yapılar ile Çin tekniği görülürdü. Ocak mimarlık sanatında önemli bir yere sahipti. Binaların bölümleri, oda ve hücreler çadır tipinde, yuvarlak ve dört köşeli planda, kubbeleri yüksek kasnaklı olarak yapılırdı. Bu dönemde surlarla çevrili kentlere "balık" adı verilirdi. Saray ve manastırlar ise kentleri süsleyen başlıca büyük yapılardı. Bir Uygur kenti olarak Balık, yedi kat hendekler ile çevrilir ve üç kat sur ile örülürdü. İç akropol Ordu Kapağı adını taşır ve kağanın sarayı burada bulunurdu. Tapınak ve manastırlar da saray mimarlığına uygun bir üslupta yapılırdı. Bunlar da duvarlar ile çevrili yüksek bir set üzerinde yapılmışlardı. Ortada Buda heykeli ya da Tanrı heykellerinin bulunduğu bina, setin çevresinde ise rahip hücreleri sıralanırdı. Tapınaklar Uygur mimarlığının önemli örnekleridir. Bir ev tapınağına çizilen figürlerde Uygurların tiyatro sanatında da ileri gittikleri anlaşılmaktadır. Uygur tiyatrosu ile ilgili çeşitli belgeler ve figürler kazılarda ele geçmiştir. Çin ve Hint etkileri tiyatro figürlerinde de vardır. Mimarlıkta sütunlar çoğunlukla ağaçtan yapılır, boya ve yaldız ile süslenirdi. Tavan süslemelerinde kenarları lotus motifleriyle çevrili, taç biçiminde, alçıdan yapılmış çeşitli figürlerin bulunduğu ve bunların müzelerde saklandığı bilinir. Uygurların ilk dönemlerindeki ilkel tiyatroları Budizm'den sonra gelişmiştir. Misyonerler Budizmi yaymak için ilk zamanlarda dinsel törenleri tiyatrolaştırarak halka takdim ediyorlardı. Sonuçta Uygurların tiyatrosu ile Budistlerin dinsel tiyatrosu karışmış ve ortaya yepyeni bir tiyatro sanatı çıkmıştır. Yeni çıkan tiyatroya Mitolojik Tiyatro adı verilmiştir. Eski zamanlarda Türkistan'a giden gezginler de Uygurlar'ın gelişmiş bir tiyatro sanatına sahip olduklarını yazmışlardır. Müslümanlıktan sonra da Uygur Türklerinin tiyatro sanatı sürmüştür. Garip ile Senem, Ferhad ile Şirin, Tahir ile Zühre Uygur tiyatrosunun seçkin örnekleridir. Uygurların eğitim ve kültür açısından ileri bir ülke olmaları nedeniyle civar ülkelerden birçok yabancı öğrenci tahsil için Kaşgar'a gelirlerdi. Tarihi Kaşgar kenti yalnız Uygur Türklerinin değil Türklük ve İslam dünyasının önemli kültür ve eğitim merkezlerinden birisi olarak benimsenirdi. Hanlık, Vanlık, Çarsu, Orda gibi medreselerde Farabi, İbni Sina, Abdurrahman Cami, Ali Şir Nevai gibi doğunun yetiştirdiği büyük bilim adamlarının kitaplarıyla öğrenciler yetiştirilirdi. Ayrıca Kaşgar'daki Mesudi kitaplığı ile bütün önemli kitaplar Uygur öğrencilerinin yararlanmalarına sunulmuştu. Doğu Türkistan daha sonraları Çin yönetimine girdikten sonra Uygur ülkesinde Çince eğitim yapan çeşitli okullar da açılmıştır. Çin baskıları son zamanlarda artarak Uygur kültürünü ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Uygur ülkesinde artık Çin dili ve kültürü geçerli sayılmış, Uygur dili ile kültür belgeleri yasaklanmıştır. Tiyatro ile beraber Uygurlar'da müzik de gelişmişti. Uygurların kendilerine özgü on iki makamları bulunuyordu. Bu on iki makamın özelliği, Uygur Türklerinin ulusal özelliklerini, örf ve adetlerini, toplum ve yaşama biçimlerini, başlarından geçen çeşitli tarih dönemlerini içinde toplayabilmiş olmasıdır. Uygur Türkleri doğuştan gururlu ve iklim koşulları nedeniyle de haşin karakterlidirler. Bunun için ulusal irade ve dil kültürünü geliştirmede hiçbir engel ile karşılaşmamışlardır. Atlı bozkır Türklerinin yerleşik yaşama geçişleri ve bu tarz ile kendi karakterlerini kaynaştırarak yeni bir uygarlık yaratışlarının en güzel örneği ilk kez Uygur Türklerinde görülmüştür. Bulundukları bölge dolayısıyla Uygur Türkleri Batı ve Doğu uygarlıklarının etkisinde kalmışlarsa da esinlendikleri bu kültürden ayrı ve kendilerine özgü bir uygarlık meydana getirebilecek kadar uyanık ve düşünsel çaba gösteren bir Türk kavmi olarak kabul edilirler. Uygur Türkleri orta boylu, uzun ve sarı saçlı, düz burunlu, gök gözlü bir boy olarak tanımlanmışlardır. Giysileri genellikle bozkır tipinin ortak özelliklerini taşımaktadır. Çizme, börk, eşya asmak için kayıştan veya kumaştan yapılma Türk kuşakları vardır. Kadına çok saygı gösteren Uygur Türkleri genellikle tek kadın ile evlenirler ve kadına toplum içinde önemli yerler verirlerdi. İncik, boncuk takmayı seven Uygur hanımları çok süslü giyinirlerdi. Kadınlar hem evlerinde iş yaparlar, hem de beyleri ile beraber tüm işleri yaparlardı. Hükümdar eşlerinin ise devlet işlerinde önemli yerleri vardı. Hükümdar adına bazı yetkileri kullanırlardı. Uygurların ilk dönemlerdeki ekonomileri genellikle tarım ve hayvancılığa dayanıyordu. En çok koyun, sığır ve inek beslerlerdi. Hayvan ürünlerinden elde edilen yiyecek, giyecek ve barınma eşyaları Uygur Türklerinin ekonomisinin temelini oluştururdu. Tanrı Dağları ve Tarım havzası hayvancılığın merkeziydi. Demir, bakır ve kömür çıktığından Uygurlar bu madenlere dayalı küçük elişleri de geliştirmişlerdi, İpek Yolu üzerinde bulunmaları nedeniyle de Çin ve Batı arasındaki ticaretten paylarını alırlardı. Hunlar ve Göktürkler'de görülen şenlik düzenleme geleneği Uygurlarda da vardı. Ötüken Uygurlarının kutladıkları bahar bayramı gene eski atalarının kutladıkları gibi her yılın beşinci ayında yapılırdı. Bu ay içinde Uygur kağanının beylerini ve halkını Tolen ırmağının kıyısında toplayarak gök tanrıya kurban sunduğu hakkında Çin kaynaklarında bilgi vardır. İlkbaharda kutlanan diğer bir bayram da, sürüleri otlatmaya çıkarma ayı olarak kabul edilen ve 9 Mayıs'ta yapılan Örüs Sara bayramıdır. Ötüken Uygurları hakkında gökle ilgili olarak bazı ayinler yaptıkları ile ilgili bilgilere yine Çin kaynaklarında rastlanmıştır. Gökkuşağı görüldüğü zaman Uygurlar genellikle şenlik yaparlardı. Tanrıya dualarını ise güneşin battığı yere dönerek yaparlardı. Kopuz, Uygurların ulusal çalgısıydı. Şenlikler sırasında kopuz çalarlar, ata binerek yarışırlar ve ok atarlardı. At sırtında gezerken veya giderken kesinlikle kopuz çalar, şarkı söylerlerdi. Daha çok ilkbahar aylarında gezmeyi severlerdi. Uygurlar ayrıca üçüncü ayın dokuzuncu günü de Hansıh şenliğini kutlarlardı. Bu şenliğin anlamı soğuk yemek eğlencesidir. Bu şenlik Hıristiyanların paskalyasına, Müslümanların ise Hızır gününe karşılıktır. Bütün ateşler birgün süre ile söndürülür ve bir gün önceden hazırlanan soğuk yemekler yenirdi. Uygurlar, şenliklerinde gümüş ve pirinçten yaptıkları kaplara su doldururlar, suyu birbirlerine atarak spor yaparlardı. Suyun fışkırtılması ateşin söndürülmesi anlamına gelmekteydi. Suyu birbirlerine atan Uygurlar, bedenin serinlemesini sağlayarak sıcaklığın çıkmasına yardımcı oluyorlardı. Bu şenlikler eski bir Şamanizm kalıntısı olan yağmur yağdırmakla da ilgilidir. Uygur Türklerinde Toy töreninin devlet yaşamında önemli bir yeri vardı. Toy törenleri beg oğlunun ilk avı, tahta çıkması, bir felaketten kurtulma ve elçi kabul etme gibi durumlarda yapılıyordu. Tören çan vuruşu ile başlar, herkes kağanın çevresinde eğilir ve daha sonra da armağanlar dağıtılırdı. Bundan sonra müzik, içki, ziyafet ve gösteriler birbirini izlerdi. Uygur devletinin siyasal yaşamı pek uzun olmamışsa da daha sonra ortaya çıkan iki yeni Uygur devleti, Uygurları önemli bir yere kavuşturmuştur. Uygur devletleri kısa ömürlü olmuştur ama, Uygur halkı günümüzde bile topluca yaşamaktadır. Çin Halk Cumhuriyeti'nin kuzeyinde, Doğu Türkistan bölgesinde, günümüzde bir Uygur özerk bölgesi vardır. UYGURLULARIN TÜRK AVRUPA SANATINA ETKİSİ Minyatür terimi, genel anlamıyla çok ince işlenmiş küçük boyutlu resimler ve bu türdeki resim sanatları için kullanılmaktadır. Minyatür kelimesinin, Latince "kırmızı ile boyamak" anlamına gelen miniare kelimesinden türetilmiş olduğu ve daha sonra İtalyancaya miniatura, Fransızca ya miniature biçiminde geçip zamanla Türkçeye de bu dillerden minyatür şeklinde aktarılarak değişime uğradığı düşünülmektedir. Kelime, Ortaçağ Avrupası nda hazırlanan el yazmalarının bölüm başlarında, metnin ilk harfinin etrafına kızıl-turuncu minium, yani sülyen (kırmızı kurşun tozu) ile yapılan miniature adlı tezhipten gelmekte ve sülüğenle boyanmış anlamında kullanılmaktadır. Osmanlı dönemi kaynaklarına baktığımızda bu terimin yerine tasvir veya nakış sözcüklerinin tercih edildiği görülmektedir. Minyatür sanatının en önemli özelliklerinden birisi, anlatılmak istenen konunun eksiksiz olarak aktarılmakta olmasıdır. Bu nedenle minyatür sanatında perspektif kullanılmaz. Uzaklık ve boy, renk veya gölgelerle belirtilmez; minyatürler ışık, gölge, duygu ve Avrupai perspektifi olmayan resimlerdir. Kitabın sayfa oranına uygun, geometrideki altın dikdörtgen içinde kendine özgü dikine veya yığma perspektif denen bir teknikle resimlenirken; boy, kişinin önemine göre artar veya azalır. Bu, kâğıt üzerinde ön planda olanların alt tarafa, geridekilerin ise üst tarafa yerleştirilmesiyle gerçekleşir. Figürler birbirlerini tümü ile kapatmayacak şekilde düzenlenir. Konu mesafe farkı gözetmeksizin en ince ayrıntılara kadar işlenir. Minyatür sanatı, gerek doğu gerekse batı dünyasında çok eskiden beri bilinen bir resim tarzıdır. Ancak minyatürün genel itibariyle bir doğu sanatı olduğu ve batıya doğudan geldiği düşünülmektedir. Bu konuda kesin bir bilgi olmamasının yanında her iki tarafta da birbirinden bağımsız bir şekilde oluşmuş olduğu ihtimali de söz konusudur. Doğu ve batı minyatürlerinin, resim sanatı yönünden birbirine çok benzediği görülmekteyse de renk, biçim ve muhtevaları bakımından ayrılıklar gösterdiği bilinmektedir. Minyatür sanatı, genel itibariyle kitapları resimlemek amacıyla yapıldığından boyutlarının küçük tutulması ortak bir özelliktir. Türk minyatürlerinin kendine özgü bir özelliği, renklerin çoğu kez soyutlama aracı olarak düz, parlak ve gölgelerden arındırılmış olarak kullanılmasıdır. Diğer bir özelliği ise, sayfa kenarlarında İran minyatürlerindeki gibi ağır bir tezhibe yer verilmemesidir. Minyatür sanatında genel olarak tarihi, edebi ve ilmi konular işlenirken; Türkler, çoğunlukla tarihi yansıtmayı tercih etmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğunun savaşlarını, seferlerini ve şenliklerini anlatan resimli yazmalar, diğer İslam ülkelerindeki örneklerinden ayrı olarak gerçekçi bir üslupla ele alınmışlardır. Türk minyatürlerinin bu özelliği, bizlere yapıldığı dönemin örf ve adetlerini; gelenek ve göreneklerini, giyim kuşamını olduğu kadar Osmanlı Türk tarihini de takip edebilme imkânı sunarken; bu eserlerin her birine de tarihi birer belge niteliği kazandırmıştır. Görsel sanat zenginliği açısından da İslam kitap sanatında ayrıcalıklı bir yere sahip olan Osmanlı minyatürleri, tarih, sosyoloji, kültür tarihi ve diğer alanlarda yapılan birçok araştırmada yararlanılan görsel belgeleri oluşturmalarının yanı sıra Cumhuriyet sonrası Türk resmine de esin kaynağı olmakla ayrıca değer kazanmaktadır. Tarihçe: Minyatür sanatının bugün bilinen en eski örnekleri, Mısırda rastlanan ve İ.Ö II. yüzyılda papirüs üzerine yapılan minyatürlerdir. Daha sonraki dönemlerde Yunan, Roma, Bizans ve Süryani elyazmalarının da minyatürlerle süslendiği görülmektedir. Avrupada minyatürün gelişmesi VIII. yüzyılın sonlarına rastlarken; Türklerde minyatür geleneğinin, Orta Asyada Uygurlar döneminde (745- 840; 840- 1300) ortaya çıktığı düşünülmektedir. VIII. asrın ortalarından kalan Hoço merkez olmak üzere Turfan bölgesinde Uygur Türklerinin meydana getirdikleri minyatürler daha sonra Türk minyatür sanatının kaynakları olmuştur. Günümüze ulaşan bazı minyatürlü yaprak parçaları, bu dönem minyatürlerinde Maniheizmin etkili olduğunu gösterir. Bugün, Berlin Devlet Müzeleri koleksiyonunda korunmakta olan, VIII. ve IX. asırlara ait bu minyatürlü Maniheist yazma yaprakları, konu ve kompozisyon bakımından da ilgi çekici özelliklere sahiptir. Bu minyatür parçalarında bir Uygur hakanının Mani dinini kabul edişi, kutlamaya katılan Uygur rahipleri tarafından betimlenmiştir. Uygurların ilim merkezi olan Turfan, Buhara ve Semerkant resim sanatının en önemli merkezleriydi. Bilindiği gibi Türklerin, İslamiyetten önce benimsemiş olduğu dinlerden bazıları Şamanizm, Manihenizm ve Budizmdir. Resmin söz kadar etkili olduğuna inanılan Mani dini, resim ve sanatı dini terbiyenin esası ve vasıtası olarak kabul etmiştir. Dinsel törenlerde öykülerin, resmin önünde görsel malzeme desteği ile anlatılması ve kalıcılığı sağlamıştır. Budizmin son evresi olan Şakyamuninin Nilüfer Suresini bilen Uygurlar, Buda sözcüğünü Türkçeleştirip Burhan yapmışlardır. Burhan felsefesini kendilerine göre yorumlayarak hocalarının ve dervişlerinin en üst düzeyde bilgi ile donatılmalarını sağlamışlardır. Gezici derviş, bahşi veya kâtip adı verilen bu hocalar, güzel söz söyleme sanatı (hitabet), musiki, resim, matematik ve fen bilgilerini en iyi bilen ve öğreten kişilerdir. Halkla iç içe olan bu kişiler, bilgilerini topluma aktarmayı amaç edinmişlerdir. Her devirde geniş coğrafyalara yayılmış olan Türkler, Orta Asyadaki kendi kültürlerini bu ulu kişilerin aracılığı ile gittikleri yerlere taşımışlar, kalıcı izler bırakmışlar ve yazılı resimli tasvirlerle birlikte illütrasyonun da öncülüğünü yapmışlardır. Doğuda İran, Hindistan, Çine kadar uzanırken, diğer bir kol Anadoluya geçerek, güneyden Mezopotamyada Irak, Suriye üzerinden Kuzey Afrikaya geçmiştir. M.S. 756da İspanyada Endülüs Emevi Devletinin kuruluşundan sonra Avrupaya yayılmıştır. Halen İspanyada Endülüs kentinde El-Hamra Sarayı ve Kurtuba Camii bu güzel kültürün en önemli uzantıları olarak zamanımıza ulaşmış, minyatür sanatının Avrupada yayılmasında bu cami ve sarayda tatbik edilen uygulamaların önemli etkileri olmuştur. Uygur devletinin dağılmasından sonra bu hareket devam etmiş ve Selçuklu Türkleri tarafından geliştirilerek ilk İslam minyatürleri oluşturulmuştur. Türklerin Bağdat, Mısır, Suriye gibi diğer ülkelere gelmesiyle ilk Arap minyatürleri görülmeye başlanır. XI. asırdan itibaren Bağdattan Anadolunun içlerine kadar uzanan çeşitli sanat merkezlerinde yapılmış olan birçok eserde yer yer mahalli sanat görüşünün yanında Antik Bizans ve Orta Asya resim sanatının etkileri izlenmektedir. İslam kültüründe ise anıtsal resim sanatı yalnızca Emeviler döneminde, VII. ve VIII. asırlarda varolabilmiştir. Bu dönemde fethedilen yeni topraklardaki kadim kültürlerin yüzyıllar boyunca kökleşmiş resim gelenekleriyle temasa geçilmiş, bunun sonucunda da bazı dini ve sivil yapıların duvarlarına Geç Helenistik ve Sasani sanat geleneklerinin etkisini yansıtan naturalist tarzda resimler ve mozaikler yapılmıştır. Buna karşın IX. asırda birtakım değişmeler yaşanır; Kuran-ı Kerimde resmi yasaklayan herhangi bir ayet olmamasına rağmen dönemin kimi din âlimlerince yapılan hadis yorumları dolayısıyla canlı varlıkların resminin yapılmasının günah olduğu yargısına varılmış ve dolayısıyla bu türdeki tasvirlerin yapılması yasaklanmıştır. Söz konusu dönemden itibaren yapı süslemesi niteliğindeki duvar resimleri ve mozaikler yerlerini kitap süslemelerine bırakmıştır. Abbasiler döneminde ise bu konudaki görüş değişiklikleri dolayısıyla tekrar kitap resimlenmeye başlanmıştır. Bu dönemde antik kaynaklı bilimsel eserlerin çevirileri yapılıyor, bu yoğun çeviri faaliyetleri sırasında bir yandan da kitaplarda yer alan resimler soyutlaştırılarak kopya ediliyordu. Öte yandan, dönemin sevilen edebiyat kitapları tasvirlerle süsleniyor ve bu tasvirlerde gölge oyununu andıran şematik kalıplar kullanılıyordu. Abbasi dönemindeki bu gelişmelerden günümüze ulaşan en eski örnekler XI. asra aittir. XII. asırda ise minyatürün, süslenecek metinle doğrudan doğruya ilgili olması gözetilmeye ve yalnızca dinsel konulu minyatürler değil dindışı minyatürler de yapılmaya başlandı. Baskı makinesinin bulunuşuna kadar Avrupada çok güzel ve görkemli minyatürler yapıldı. Bundan sonra minyatür daha çok madalyonların üzerine portre yapmak için kullanıldı. XVII. yüzyıldan sonra fildişi üzerine yapılan minyatürler yaygınlaştı. Daha sonra minyatür sanatına karşı ilgi azalmakla birlikte dar bir sanatçı çevresinde geleneksel bir sanat olarak minyatür sürdürüldü. Selçuklular döneminde de minyatüre önem verildi. Selçukluların İran ile ilişkilerine bağlı olarak minyatür sanatı İran etkisinde kaldı. Mevlananın resmini yapan Abdüddevle ve başka ünlü minyatür sanatçıları yetişti. Osmanlı Devleti döneminde ise XVIII. yüzyıla kadar İran ve Selçuklu etkisi sürdü. Fatih döneminde (1451- 1481), padişahın resmini de yapmış olan Sinan Bey adlı bir nakkaş, II. Bayezid döneminde (1481- 1512)de Baba Nakkaş diye tanınan bir sanatçı yetişti. XVI. yüzyılda Reis Haydar diye tanınan Nigarî, Nakşî ve Şah Kulu ün yaptılar. Gene aynı dönemde, Bihzadın öğrencisi olan Horasanlı Aka Mirek de İstanbula çağrılarak saraya başnakkaş (başressam) yapılmıştı. Mustafa Çelebi, Selimiyeli Reşid, Süleyman Çelebi ve Levnî XVIII. yüzyılın ünlü nakkaşlarıdır. Bunlardan Levnî, Türk minyatür sanatında bir dönüm noktasıdır. Levnî, geleneksel anlayışın dışına çıkmış ve kendine özgü bir biçim geliştirmiştir. XVIII. asrın başlarından itibaren Batılılaşma akımı sonucunda Avrupa resmi kurallarının değerlendirilmesiyle geleneksel teknikle gölgeli boyanan hacimli nesneler ve derinlik kazandırılmış unsurlarla, üç boyutlu tasarımlar ortaya çıkarılmıştır. Aynı asrın sonlarına doğru tutkallı toprak boyanın, guvaş ve suluboya ile yer değiştirmesiyle birlikte yazmalar geleneksel minyatür sanatını sonlandıran tekniklerle resmedilmiştir. Bu dönemde tasvir, kitap sayfalarından duvar ve tuval yüzeylerine taşmıştır. XIX. asrın başında ise Osmanlı minyatürü artık önemini yitirmektedir. Bu dönem sanatçıları geleneklerden kopmaksızın ortaya koydukları eserlerde, Batı etkilerini yeniden yorumlama çabalarıyla, Tanzimat sonrası açılan okullarda başlatılan Batı resmi eğitimiyle yaygınlaşacak olan yeni resim geleneğinin öncüleri olmuşlardır. Minyatür sanatı, günümüz Türkiyesinde de geleneksel bir sanat olarak varlığını hâla sürdürmektedir. Birkaç yüzyıllık kesintiden sonra Prof.Dr. Süheyl Ünver'in çabalarıyla tekrar günyüzüne çıkarılan minyatür sanatı günümüzde Günseli Kato, Nusret Çolpan, Gülbün Mesera, Gülçin Anmaç ve yetişmekte olan birçok genç sanatçı tarafından icra edilmektedir. Osmanlı Nakkaşhanesi ve Nakkaşlar: Osmanlı döneminde kitap sanatının icra edildiği atölyelere nakkaşhane denilmiştir. Nakkaşlar Osmanlı sarayı için çalışan sanatçılar ve zanaatkarlar teşkilatı olan ehl-i hiref içinde en önemli bölüğü oluşturmaktaydılar. Nakkaşlar yazma eserlerin bezenmesi (müzehhiplik), resimlenmesi (musavvirlik), metinleri sınırlayan cetvellerin çekilmesi (cetvelkeşlik) ve boyaların hazırlanması (renkzenlik) gibi kitap sanatlarıyla ilgili işlerin dışında, kalem işi ya da çini desenleri gibi mimari süslemelerin tasarlanması; ahşap ve mukavvadan yapılan küçük sandıkların bezenmesi; çadır, otağ, halı ve kumaş gibi dokumalarda kullanılan desenlerin hazırlanmasından da sorumluydular. Saray hizmetindeki nakkaşların, saray teşkilatının kurulmasıyla birlikte hem birinci avludaki Anabar-ı Amire içinde yeralması gereken özel atölyelerde hem de Atmeydanı ndaki Hassa Nakışhanesi nde çalıştıkları söylenmektedir. Minyatür Sanatında Kullanılan Malzemeler ve Minyatürün Yapılışı Minyatür sanatı yapılırken renkler üst üste sürülür ve bunların birbirine karışmaması için suyla inceltilmiş toprak boyalar kullanılırdı. XIV. ve XVIII. asırlar arasında bu boyaları sabitleyebilmek için içlerine taze yumurta sarısı katılırdı. Bununla birlikte yumurta sarısıyla hazırlanan boyalar kuruduktan sonra ikinci kez kullanılmamakta ve her kullanım için yeni boya hazırlanmaktaydı. Bu sebeple de zaman içinde boyalara yumurta sarısı yerine suda eritilmiş tutkal karıştırılmaya başlanmıştı. Bu teknikte suda eritilmiş tutkalın içine bir damla pekmez ya da iki damla üzüm suyu katılır, böylece boyalar kurusa bile istenildiğinde suyla eritilerek yeniden kullanılırdı. Minyatür yapımına uygun fırçalar, üç aylık beyaz kedi yavrusunun gıdı tüyünden yapılmış çok ince kıllı fırçalardır. Kâğıtlar ise yumurtalı veya aharlı kâğıtlardır. Yumurtalı kâğıtlar, yumurta akıyla bir miktar şapın sıvılaşıncaya kadar bir fincan içinde karıştırılıp kâğıda sürülmesi ve kuruduktan sonra kuru ceviz veya ıhlamur ağacından bir tahta üzerinde mühürlenmesiyle elde edilir. Aharlı kâğıtlar içinse şekersiz nişasta içeren boza kıvamında bir karışım kullanılır, bu karışım kâğıda sürüldükten sonra kurumaya bırakılır ve sonra kâğıt mührelenerek işlem tamamlanır. Minyatürde işlenecek konu, eskiz olarak çok ince kıllı fırçalarla kiremit rengi boya veya sepya mürekkebiyle kâğıda çizilir. Boyama işleminde önce altın sürülür sonra diğer renklere geçilirdi. Günümüzde minyatür sanatında kullanılan malzemeler: Sulu boya fırçaları (000- 1 numara), varak altın (kırmızı, yeşil, sarı, suluboya takımı, guaj boyalar, pergel takımı, mika cetvel ve gönye, rapido kalem ve mürekkebi, fon kartonu ve şöhler, akik uçlu kıvrık burunlu mihreler, aydınger kâğıtları, yaprak jelatin, zımpara kâğıdı, beyaz keçe parçası ve tebeşir, dantel tığı. Minyatür sanatı, tıpkı diğer geleneksel sanatlarda olduğu gibi usta-çırak ilişkisi içinde öğrenilen bir sanattır. Geçmişte çırakların ustalığa terfileri törenle yapılmakta ve tüm mesleklerin sanatçı ve zanaatkarların ihtiyaçları saray tarafından karşılanmaktaydı. Günümüzde ise bu sanat çeşitli kurslar aracılığıyla öğretilmeye devam etmektedir. Minyatür sanatına başlamanın ilk basamağının tezhip öğrenmek olduğu söylenmektedir. Esasen bunun anlamı Türk Süsleme Sanatlarındaki motiflerin ve boyama tekniklerinin bilinmesi gerektiğidir. Yapılış incelikleri oldukça fazla olan bu sanatın icrasıyla ilgili olarak şunları söyleyebiliriz | |||
Rsa9NfKQ7rA (Ziyaretçi) |
DORIAN DE WIND, Military Affairs Columnist Dean,I am one of those who have never understood this issue, just as I don't untdasernd many other sexual phenomena. However, after watching the HuffPost segment, and even though I may still not untdasernd everything about it, I will no longer outright dismiss it or downplay it.Thanks for your efforts in bringing about such untdasernding and sorry for what you have experienced. |
Cevapla:
Bütün konular: 4871
Bütün postalar: 7337
Bütün kullanıcılar: 304
Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse